2016 yılının 9 Kasım günü, ailemi derinden etkileyen bir dizi olay gerçekleşti.
Salondaki antika kristal vazo kırıldı. Donald Trump, Amerika Birleşik Devletleri’nin yeni başkanı oldu. Ablam evi terk etti.
Gün, öncekilerden farksız başlamıştı. Kahvaltı sofrasına yeni oturmuştuk. Ablamın önemli açıklama yapacak insanlar gibi derin bir nefes alıp “Sizinle bir şey konuşmak istiyorum,” dediği sırada kuvvetli bir şangırtıyla irkildik. Babam az daha sandalyesiyle birlikte geriye devriliyordu. Annem elindeki çatalı bırakmadan salona koştu. Önemli açıklamasını yapamamış olan ablam, neden bilmiyorum ama, birden masa örtüsüne tuz dökmeye başladı. Doğduğu günden beri annesine yaranmaya çalışan bir erkek çocuğu olarak benim ne yaptığımı söylememe gerek yok; elbette anacığımın dizinin dibindeydim. Manzarayı gördüğümde sırtımdan soğuk bir ürperti geçti. Kendimi bildim bileli orta sehpanın üstünde duran vazo paramparçaydı. Yanlış anlaşılmasın, yere falan düşmemişti. Durduğu yerde patlamış, tuzla buz olmuştu. Korkudan ağzımdaki zeytin çekirdeğini yutacaktım neredeyse. “Vazomuz,” dedim, “vazomuz anneciğim?” Alt dudağı titreyerek “Babamın nişan hediyesiydi,” diyebildi annem. Daha fazla konuşamayacağı belliydi. Ablamla babam da geldi arkamızdan. Salonun kapı pervazının çerçevelediği bir fotoğraftık artık. Bir vazonun intiharını seyreden dört kişi. Annem öylesine üzgün görünüyordu ki, elindeki çatalla kendisine zarar verecek diye korktum bir an. Bunu yapabilecek bir kadındı, ucunda bir parça beyaz peynir olmasaydı, o çatalı yüreğine saplayabilirdi. Bazı insanlar öyledir.
Ben o insanlardan değilim. Elbette hatalarım var, tırnaklarımı yiyorum örneğin. Kimse görmediği zamanlarda burnumu karıştırdığım da oluyor. Gelişmekte olan bir müzik zevkim var ama kendimi ne kadar zorlasam da operadan hoşlanamıyorum. Böyle şeyler işte. Merak etmeyin, dertlenmiyorum bunlara.
Benim adım Teoman. Teo. Öteki Teo.
Ailenin üçüncü çocuğuyum. Şöyle demek daha doğru olacak; ailenin yaşayan iki çocuğundan biriyim. Gerçek Teo, ben doğmadan üç yıl önce ölmüş.
Annemle babam birbirlerine üniversite yıllarında aşık olmuşlar. Bir yaz kampında tanışmışlar. İkisi de siyasal bilgilerde okuyormuş, annem Ankara’da, babam İstanbul’da. “Ah o Mavi Tren’in dili olsa da konuşsa,” derdi annem. İki yıl boyunca, İstanbul-Ankara arasında gidip gelmişler. Sonunda annem İstanbul’a taşınmış ve okul biter bitmez evlenmişler. Annemin ailesi bir şey dememiş de, babamın annesi okul bitmeden evlenmelerine uzun süre karşı çıkmış. Annem o günleri “Kayınvalidemin asıl derdi okul falan değildi,” diye anlatır, “oğlunun üstündeki hükümdarlığı bitecek diye korkuyordu.” Neyse, eski konularla başınızı ağrıtmaya niyetim yok.
Ağabeyim, babam doktorasını yaparken doğmuş. “Benim oğlum dünyanın hayran olduğu bir akademisyen olacak, üniversiteyi yurt dışında okuyacak, oradakiler adını söylemekte zorlanmasın, kısaca Teo derler, çocuk da rahat eder,” demiş babam. Annem ise kardeşinin dehası uğruna maddi-manevi bütün varlığını harcayan Theo Van Gogh’a hayranlığını anlatmış günler boyunca. Böylece ağabeyim, planlı ve romantik bir isimle gelmiş dünyaya; Teoman.
Gerçek Teo’nun doğumu eve şans ve bereket getirmiş. Babam, akademik basamakları hızla tırmanmaya başlamış o yıllarda. Annem, bir araştırma şirketinin kriz yönetimi bölümünde müdür yardımcılığı konumuna kadar yükselmiş. Durumlar harikaymış anlayacağınız. Bu bahar havası, ablamın doğumuyla yaza dönmüş.
Açıkçası ailemin tarihinde, Gerçek Teo on beş yaşına geldiğinde yaşanan felakete kadar anlatacak pek bir şey yok. Üniversiteli aşıkların Mavi Tren’de yaşadığı heyecan, hayatın ezberlenmiş iki banliyö durağı arasındaki git-gel’e dönüşmüş o yıllarda. Ev kredileri, araba taksitleri, özel okul ücretleri, yurt dışı tatilleri, hafta sonu yemekleri, minik kavgalar, büyük barışmalar, falan filan... Sonrası karabasan.
Gerçek Teo, on beş yaşında intihar etti. Ülkenin en çok arzulanan özel okullarından birinde, herkesin gözbebeği bir öğrenciydi. Sadece derslerindeki başarısıyla değil, sosyal hayatıyla da örnekti. Daha o yaşta iki bilim ödülü madalyası, çevirisi uluslararası bir öğrenci dergisinde de yayımlanan kapsamlı bir Alan Turing makalesi, eskrimde ulusal dereceleri vardı. İyiydi yani, çok iyiydi.
Ama bütün bu başarı tablosunun ardında bilinmeyen bir şey vardı. Gerçek Teo, aşık olmuştu. Kendisi gibi başarılı bir öğrenci değildi gönlünü kaptırdığı arkadaşı. Hatta önceleri tanışmıyorlardı bile. Gerçek Teo, onun arkadaşlığını kazanmak için sabırla çalıştı. Onunla ortak bir dünya kurabilmek için elinden geleni yaptı. Bunda başarılı da oldu. Birlikte sinemaya gitmeye, uzun yürüyüşler yapmaya başladılar. Ağabeyim, aşkı uğruna bilardo oynamayı bile öğrendi. Sürekli onunla zaman geçirmesi arkadaşlarının dikkatini çekti. Okulun haytasıyla yakınlık kurması, öğretmenlerinin de hoşuna gitmedi. Hatta aralarından birkaçı “Böyle bir arkadaşlık derslerine zarar verir,” diye uyardı ağabeyimi. Ama daha fenası okuldaki iyi aile çocuklarının yaptıklarıydı. Kötücül şakalar yaptılar ağabeyime. Üzdüler, incittiler.
Olaylar giderek büyüdü. Beden eğitimi salonunun duvarına yapıştırılan o poster bardağı taşıran son damlaydı. Birileri, hain bir fotomontaj yapmıştı. Titanik filminin o meşhur sahnesindeki Leonardo Dicaprio-Kate Winslet ikilisinin kafalarının yerine, bizimkilerin kafasını yapıştırmışlardı. Gün batımına doğru ilerleyen transatlantiğin ucunda, dünyaya aşklarını ilan eden iki sevgili. Önde okulun hayta öğrencisi, arkada ona sarılmış olan ağabeyim.
Gerçek Teo, o posteri gördüğü anda çıldırdı. Büyük bir kavga çıktı okulda. Ağabeyim, üst sınıflardan bir oğlanın kafasına vücut geliştirme ağırlığı indirdi. Kavgayı ayırmaya çalışan birinin de ön dişlerini kırdı. Disiplin kurulu. Uzaklaştırma. Babamın bağırmaları. Annemin sinir krizleri. Gerçeklik aysbergine çarpan Titanik’in bir kez daha batışı.
Bundan sonrasını detaylı bir şekilde anlatarak, sizi de ailemin karanlığına çekmek niyetinde değilim. Sonuç olarak Gerçek Teo, on beş yaşında, kendisini banyodaki ısıtıcının borusuna asarak intihar etti. Cebinden küçük bir not çıktı sadece: “Ben yanlış bir şey yapmadım.”
Antika vazonun kırıldığını gören annemin, ilk şoku atlattıktan sonra “Kâbus geri döndü,” demesini şimdi daha iyi anlamışsınızdır. Biricik oğlunun ölümü annemi allak bullak etmişti. Günlerce yatağından çıkmadı. İşten ayrıldı. Günler, geceler boyu “Bu bir kâbus,” diye sayıkladı.
Sonraki iki yıl, aile tarihimize karanlık bir mağarada yaşanan yıllar olarak geçti. Annem bütün gün bir koltukta oturup sigara içti. Babam akademik araştırmalarından başka şey düşünmez oldu. Ağabeyim öldüğünde on bir yaşında olan ablamda tuhaf bir konuşma bozukluğu başladı. Ev koyu bir sessizliğe büründü.
Gerçek Teo’nun ölümünden bir yıl sonra, annem tünelin ucunda bir ışık gördü. Bu kâbustan kurtulmanın tek yolu, bir erkek evlat doğurmaktı. Doğru bildiniz, konu sonunda bana geldi.
Babamın itirazları, aile terapistleri, aylar süren tedaviler, tüp bebek merkezleri derken bundan altı yıl önce ben dünyaya geldim.
Hemşire özel hastanenin manzaralı odasında beni annemin kucağına verdiğinde, evimize yeniden güneş doğdu. Annem, saçsız başımı okşayarak “Oğlum,” dedi, “canım oğlum.” Sonra da benim kaderimi değiştiren o konuşmayı yaptı. “Sen benim yeni Teoman’ımsın. Sen, kadersiz abinin bıraktığı yerden devam edeceksin onun güzel hikâyesine. Sen, karanlık kâbusları tozpembe rüyalara dönüştüreceksin. Sen, uçsuz bucaksız bir ovada, pofuduk bulutlarla dolu bir gökyüzünün altında koşturan uyku koyunları kadar sonsuz bir huzur getireceksin evimize. Sen... Sen... Sen...”
Hemşire, durumun kötüye gittiğini anlayıp “Şimdi biraz uyutmamız lazım bu yakışıklıyı,” diye kucağından alana kadar konuşmaya devam etti annem. Babamın bütün itirazlarına rağmen ben o gün İkinci Teoman olarak sunuldum dünyaya. İntihar etmiş bir evladın, yarım kalmış hayatıydım artık. Doğar doğmaz, on beş yıllık bir hafızaya mahkûm edilen bir ucubeydim. Geçmişi temize çekecek Teoman’dım ben. Öteki Teo.
Altı yıllık ömrüm bu yükle geçti. 2016 yılının 9 Kasım gününe, annemin “Kâbus geri döndü,” dediği o güne nasıl bir yükle geldiğimi tahmin edebilirsiniz. On beş yaşının bile üstünde bir zihinle, altı yaşında bir çocuk gibi davrandım. Siz, Alan Turing’in hayatını ezbere bilip, sırf çocukça bir görüntü vermek için, çikolata ezmesini kavanozdan parmaklayarak yemenin ne demek olduğunu bilemezsiniz.
Babamla aram hiçbir zaman iyi olmadı. İstediği gibi bir erkek olamayacağımı ilk günden anlamış olmalıydı. Ablam benim için tam bir gizemdi. Onu gerçekten anlayamamış olmak içimi kemiriyordu. Üstelik baş edemediğim bir sorunum daha vardı. Psikolojinin temel meselelerinden biri olan “anne rahmine dönme isteği”, benim için bambaşka bir anlam taşıyordu. Oraya dönmek ve bir başkası olarak yeniden doğmak istiyordum. Öteki Teo olmayan biri.
Annem antika vazomuzun parçalarını süpürürken, ona sıkı sıkı sarılıp “Her şey geçecek anne, büyüdüğümde nasıl biri olursam olayım, inan sevgilerin en güzelini vereceğim sana,” diyesim geldi. Ağzımdan sadece “Yardım edeyim mi?” sorusu çıktı. Buz gibi bir sesle “Çekil,” dedi annem “elin ayağın kesilir burada, bir de seninle uğraşmayayım!” Faraştaki kırıklara, doğduğum gün bana baktığı gibi baktı.
Bütün o kargaşa içinde servisi kaçırmıştım. Okula götürülmem gerekiyordu. Muhalif bir öğretim görevlisi olarak etiketlenip sonrasında da üniversiteden atıldığından beri, Radyo Politika’da yorumculuk yapmaya başlayan babam “Birazdan radyodan arayacaklar, Amerika seçimlerini yorumlayacağım, beni rahat bırak,” dedi. Annem, vazo olayından sonra toparlanamamış, o meşhur Ankaralı olmak krizine tutulmuştu zaten. Sigara üstüne sigara içiyor, “Bu şehir yedi beni,” diye ağlıyordu.
Bu deliliğin ortasında kalmak istemiyordum. Ablama baktım. “Hiçbir yere götüremem seni,” dedi, “bugün size çok önemli bir şey açıklamam lazım.” Göz bebekleri titriyordu.
O anda ablamın açıklayacağı şeyin ne olduğunu sormadığım, onu dinlemediğim için kendimi asla affetmeyeceğim. Belki “Ben dinlerim abla, bana anlat,” deyip karşısına otursaydım evi terk etmezdi. Bunun yerine, altı yaşında bir çocuğun huysuzluğunu takınıp “Kimse benimle ilgilenmiyor, herkes kendisini düşünüyor,” dedim.
Babamın şekerli bir ciddiyetle süslediği sesi evi kaplarken, hepimiz ayrı bir köşeye sinmiştik. Kendi hapishanelerimizin mahkumuyduk artık.
“Değerli Radyo Politika dinleyicilerine çok net bir şey söylemek istiyorum. Dün Amerika Birleşik Devletleri’nde gerçekleşen seçimlerin sonucu, önümüzdeki yıllar için dünyayı daha zor günlerin beklediğinin kesin bir kanıtıdır. Her ne kadar kesin sonuçlar henüz açıklanmamış olsa da, Donald Trump’ın yeni başkan olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu seçimin bizi çok yakından ilgilendiren bir yönü var. Trump’ın yabancılar politikası. Bakın efendim, Donald Trump ABD'de yaşayan yaklaşık on bir milyon yasadışı göçmenin sınır dışı edilmesi gerektiğine inanıyor. Üstelik bu inancını ülke politikası haline getirmekte kararlı olduğunu da çekinmeden söylüyor. Bu politika, yasadışı göçmenlerin çocuklarının ABD'de doğmaktan kaynaklanan vatandaşlık haklarına da son verecek. Böylesi bir uygulamanın yabancı düşmanlığı olduğunu söylemeye gerek yok. Asıl sorun, bu düşmanlığın dünyadaki yansımaları. Artık dünyadaki bütün göçmenler, bütün mülteciler yüksek bir gerilimle yaşamaya başlayacak. Mülteciler sorununu, bütün dünyanın yıllarca el üstünde tutarak koruduğu kristal bir vazoya benzetirsek, rahatlıkla şunu söyleyebiliriz. O vazo kırıldı. Nasıl ki, bir evin en değerlisi olan antika vazo kırıldığında o evdeki üstü kapatılan bütün pislikler ortaya çıkarsa, bütün irin akmaya başlarsa, dünyada da bu konudaki ikiyüzlülük irini akmaya başlayacaktır artık.”
Dünya politikasıyla ilgili yapılabilecek en anlamsız benzetmeyi yapmıştı babam. Bunları gerçekten söylemişti. Altı yaşında bir çocuk olduğum için bana inanmayabilirsiniz. Ama o son sözleri söylediği sırada, mutfaktan çığlıklar atarak fırlayan annemi görseydiniz, kesin inanırdınız. Ah annem, ne bitmez çilen varmış!
Donald Trump’ın başkanlığı ilk olarak evimizdeki irini akıtmaya başlamıştı.
Günün geri kalanında ben odama kapandım. O tartışmaların arasında kalmaktansa, yatağa uzanıp biraz masal kitabı okumak iyi gelecekti. Ama bağırış çağırıştan bir türlü kendimi veremiyordum okuduklarıma. Arada gelip gidenler de oldu. Babamın arkadaşları, annemin kuzeni, sesinden tanımadığım birileri. Küfür kıyamet arasında ağabeyimin adını duydum iki kere, kafamı yastığın altına sakladım.
İki kere ablam geldi odama. Sandviç getirdi. İkinci gelişinde yatağımın kenarına oturup “Teoman,” dedi, “senden iki şey istiyorum. Birincisi, hayatın boyunca kız kardeşlerin gücüne inan. İkincisi de, bir daha asla burnunu karıştırma!”
Bunlar, ablamdan duyduğum son sözler oldu. O gün babam kapıyı çarpıp çıktıktan, annem de bayılıp kuzeni tarafından hastaneye kaldırıldıktan sonra, ablam evi terk etti.
Salondaki sehpanın üstüne bir not bırakmıştı. Bu sabaha kadar antika vazonun durduğu yere. Hafif sola yatık el yazısını hüzünle okudum: “Gidiyorum. Çünkü uyumadan önce sizinle aynı koyunları saymıyorum.”
Elimde ablamın notuyla bomboş evde dolanıp durdum saatlerce. Altı yaşında bir çocuk bedeninde, on beş yaşında bir ergen zihniyle başladığım günü, yorgun bir yetişkin olarak tamamlamak üzereydim. Babam kimdi benim, annem nasıl biriydi? Ablamı dinleseydim her şey farklı olur muydu? Gerçek Teoman yaşasaydı, hayta sevgilisiyle gelip bütün sıkıntımı alır mıydı?
Ben kimdim? Dünyada başka Öteki Teo’lar da var mıydı?
Yatağımda dönüp durdum o gece. Bir türlü uyuyamıyordum. Sonunda, annemin bütün çocuklarıyla erken yaşta tanıştırdığı uyku koyunlarını çağırmaya karar verdim. Gözlerimi sıkı sıkı kapadım. Uçsuz bucaksız, yemyeşil ovadaki sevimli tahta çiti hayal ettim. Sonra hayal perdemin sol tarafından bembeyaz koyunlar girdi görüntüye. Masmavi gökteki pofuduk bulutların ikiz kardeşleri. Uyku koyunları. Bir bir atlamaya başladılar çitin üzerinden. Biri koşarak geliyor, kısa bacaklarında yay varmış gibi zıplayıp çitin diğer tarafına düşüyor ve ben sayıyorum: Bir. Sonra iki, sonra üç... Tam uykuya dalacaktım ki, o geldi...
Simsiyah bir koyun. Gece kadar karanlık bir bulut. Öteki uyku koyunu.
Koştu. Çitin önüne geldi. Ve durdu.
Atlamadı. Bir heykel gibi kalakaldı orada.
Derin bir nefes vererek doğruldum yatağımda.
Ablamın mektubunda ne demek istediğini o anda anladım.
Ama asıl sorunun cevabını hâlâ bilmiyordum. Uykumu kaçıran o bembeyaz sürünün içindeki siyah koyun muydu, yoksa onun çitten atlamayı reddetmesi mi?