Teyzesi’nin elleri roti hamuru içinde, hamuru yoğuruyor, havaya kaldırıp aşağıya bırakıyor, tekrar havaya kaldırıp tekrar aşağıya bırakıyor. Hemen yanında, Teyzesi’nin gölgesiyle beraber hareket eden ışığın çizgisinde duran Aisha, dizlerinin üzerine tünemiş, lila rengi spagetti bulutlarına benzeyen mor ağaçlar çiziyor. Arada sırada “Jakaranda, jakaranda,” diye şarkı söylüyor, kelimenin inişli çıkışlı hali çok hoşuna gidiyor çünkü. Teyzesi ise mermeri andıran hamurunu yoğururken bir taraftan da çıkardığı sesin ardından gülümseyip, “Evet, jakaranda,” diyor.
Aisha yakında buradan gidecek, Teyzesi de her zaman yaptığı gibi, beyaz demirlerin ardından jakaranda ağacının mosmor parlayan kabuklarının manzarasının göz kırptığı pencerenin önünde dikilip duracak. Günler geçecek, ağacın çiçekleri yavaşça yere düşerek toprağı kaplayan lila rengi bir örtü halini alacak. Teyzesi, işe giderek, akrabaları ziyaret ederek, okulundaki küçük sesleri terbiye ederek günlerini geçirirken, kendisinin gölgesinde oturup resim yapan o minik şekli, İngiliz aksanının o küçük ayrıntılarını ve çocuğun garip hayalgücünü özlememeyi öğrenmesi birkaç haftasını alacak. Aisha’ya gelince, Teyzesi’nin elleri hamurun içinde öylece dururken, küçük kız başka bir diyarda bir elin saçını okşamasını bekliyor, hem konuştuğu hem de konuşamadığı bir dilin sessiz kelimelerini özlüyor olacak. İkisi de farkında olmasa bile aslında bu şekilde bile birlikte olacaklar; ışık ve hatıradan kurulmuş diasporal bir bağla bağlı onlar. Eğer zamanda ve mekânda yolculuk yapabilselerdi, hamurun çıkardığı “tap-tap” sesinin, lila rengi boya kaleminin hışırtısının ve harıl harıl çalışan o iki elin peşine düşerlerdi.
Aisha büyüdüğünde Teyzesi’ni ince uzun bir armudu andıran vücuduyla Harare sokaklarında telaşla ve kendinden emin bir şekilde yürürken hayal edecek, hayal edecek çünkü onu unutmamanın başka bir yolu olmayacak. Aisha, Teyzesi’nin deniz mavisi ayakkabılarını, aynı renkteki şalvarını ve başörtüsünü düşünecek ve yalnızlığı o kadar ağır gelecek ki kendi ellerine bakıp artık çok uzakta olan o ellere tutunmaya çalışacak. Teyzesi’nin bir gün onun çocuklarıyla tanışıp tanışmayacağını düşünecek. Henüz yaşamamış olduğu bu kaybın kederi bile nesillerce sürebilir. Aisha, cızırtılı telefonun öbür ucundaki Teyzesi’ne, buradaki insanların annesinin adını doğru telaffuz edemediklerini, kendi ismini ise sanki bir kıta adıymış gibi telaffuz edip o kıtadan geldiğini varsaydıklarını söyleyemeyecek. Teyzesi, cızırtılı telefonun öbür ucundan, Aisha’ya siyah-beyaz ayrımının yapıldığı yılları, bavullar dolusu parayla ekmek almaya gittiklerini, benzin sıralarını, geceleri inleyen jeneratörleri anlatamayacak. Ama birbirlerine nasılsın, nasıl gidiyor diye soracaklar, oralar soğuktur şimdi, yazık sana, hava çok sıcak, kendine çok iyi bak diyecekler. Belki de bunlar yeterli olacak, belki bu kadarı hiç yoktan iyi denecek, belki de bunlar aralarındaki uçurumun bir göstergesi olacak yalnızca.
Gece vakti birbirlerinden kilometrelerce uzakta, Aisha ve Teyzesi yataklarında uzanıp tavanı izliyorlar. Teyzesi beyaz tığ işi örtünün altında, yatağın düzgün kenarlarının tam ortasında pürüzsüz bir tepe gibi… Uzaktan sesler yükseliyor, aniden bastıran karanlığa inat parlak kıvılcımlar gibi kahkaha ve feryatlar duyuluyor. Elektrik kesintisi her bir sokak lambasını ve her bir refüjü görünmez kılıyor, arabalar başıboş ve özgür kalıyor. Dışarıdan hiç ışık almadığından, Teyzesi’nin odası karanlığını nefes alıp verdiği bir mağaraya dönüşüyor, yalnızca göğüs kafesi yukarı aşağı hareket ediyor, nefesi vücudundaki olağan döngüsüne devam ediyor. Elini yüzünün önüne doğru getirip hiçbir şey göremeyince fark ediyor; burada, bu karanlıkta, dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi biri olabilir, sadece nefesten, düşünceden ve dokunuştan ibaret olabilir. Çok geçmeden, jeneratörler çalışmaya başlayıp komşunun verandasının ışığı odanın penceresinden süzülünce (sokak lambaları hâlâ sönük) kendini, yüzünün önündeki eline bakıp dururken buluyor, sanki gördüğüne şaşırmışçasına... Aisha geliyor aklına, şimdi ne yaptığını, iyi olup olmadığını merak ediyor.
Başka bir saat diliminde, Aisha’nın saçları yastığına dağılmış, yorganı etrafına sıkı sıkı sarılı, minik, çocuk elleri kıvrılıp yumruk olmuş uyuyor. Karanlığını aydınlatan, yatağının üstünde son doğum gününde asılmış plastik fosforlu yıldızlar. Bu yıldızların altında uyuduğu ilk gece, daha önce hiç hissetmediği bir düş kırıklığı yaşamıştı; yıldızların şekli bozuk, ışıkları da neredeyse yeşildi. Nyanga’da Teyzesi’yle birlikte gezip dolaştıklarını hatırlıyordu, gece yarısı arabanın arka koltuğunda uyuyakalmıştı, Teyzesi arabayı durdurup onu uyandırmış, gökyüzüne bakmasını söylemişti. Burada, gökyüzü ve yıldızlar herkesin üstünü kaplıyordu; Aisha’dan, Teyzesi’den, topraktan, sınırlardan, yollardan daha büyüklerdi. Aisha’nın yıldız bilgisi bu kadardı. Yine de, plastik şekiller pek gerçekçi olmasa da, parlaklıkları donuk bir lekeden ibaret olsa da, belki gözlerini kapattığında Aisha hâlâ aynı gökyüzünün altında uyuyor olacaktı. Belki karanlıkta eli, Teyzesi’nin elinden o kadar da uzak kalmayacaktı.
Sabah olduğunda ikisi de okula gideceklerdi – biri öğretmen, biri öğrenci olarak. Teyzesi kendini öğrencileriyle uğraşırken kaybedecek; mendilini şöyle biraz kıvıralım, eteğinin kenarını biraz şöyle düzeltelim diye diye dikiş makinasının tekdüze tık tık sesiyle birlikte hareket eder gibi meşgul olacak. Bu sırada, Aisha, kendini kaybetmemek için mücadele etmek zorunda olacak; okul çıkışında onu bekleyen biri beyaz biri koyu tenli anne babasının yüzlerini anlamlandıramayan çocuklara karşı bir mücadele olacak bu. Teneffüste, diğer çocuklar seksek veya Snakes and Ladders oynarken sınıfındaki kızlar ona Müslüman mı yoksa Hıristiyan mı olduğunu soracak. Onlara bilmediğini söyleyecek, ikisi birden olamaz mı? Diğer kız, pek anlayamadığı bu cevabın karşısında kaşlarını çatıp suratını buruşturacak ve bu yüz Aisha’nın hafızasında yaşlanana dek kalacak – o kadar yaşlanmış olacak ki, aynaya baktığında Teyzesi’ni gördüğünü düşünecek. Aisha hala o kızların sesini duyabiliyor. Tekdüze ve yavan, Aisha’ya mahkemede hüküm verir gibi: “Sen hiçbir şey olamazsın.”
Aisha insanların dünyaya çizdikleri sınırları görmeye başlıyor ve onları zihnine kazıyor. Hiçbir-şey-olamazsın-hiçbir-şey-olamazsın-hiçbir-şey-olamazsınlar her geçen gün biraz daha içine işleniyor. Kelimeler itişip kakışıyor; saçlarına, derisine, yüzüne onu diğerlerinden ayıran sınırlar çekiyor. Bütün bunlara rağmen kendini toparlamayı, karşı koymayı ve o zaman her şey ol demeyi öğrenmesi gerekiyor. Yine de, bazen, akşam çöktüğünde, yorgunken, Aisha ellerini, ayaklarını tutup başkalarının bedenine çizdiği sınırlara ve aralarından geçip yolunu bulması gereken kelimelere hayret ediyor. Kendine soruyor: Onlara şimdiye kadar kat ettiği ve bundan sonra kat edeceği yolun bir hatırlatıcısı gibi tutunmalı mı, yoksa aksine taşıdıkları yükü hafifletmek için üstüne hindistan cevizi ve arnika yağı sürülen eski bir yara gibi tedavi etmeye mi çalışmalı?
Teyzesi yük taşımanın, sınırların üstünde ve arasında yaşamanın ve onlara rağmen büyümenin ne demek olduğunu biliyor. Mümkün olsa, eğilip Aisha’nın küçük ayaklarını avucuna alır, her bir parmağıyla neşeyle oynayıp ninni söylermiş gibi güçlüsün, güçlüsün, güçlüsün diye defalarca tekrarlardı. Ama İngiltere, ona turist vizesi vermeyi bile uygun görmüyor, Zimbabwe’ye döneceğine inanmıyor. Buna karşılık, Teyzesi’nin çocukluğundan beri değişmeyen kahkahası çınlıyor ve soruyor: “Evimi İngiltere için neden bırakmak isteyeyim ki? Orada jakaranda ağaçları bile yok.” Ama sonrasında yaz tatili geliyor ve Aisha’nın küçük ayakları, uçağın metal basamaklarından sonra beton zemine değiyor, havaalanının mermer döşemelerinden geçiyor, sonrasında da Afrika toprağına ve oturma odasında beraber dans ederlerken Teyzesi’nin ayaklarının üstüne basıyor. Akşamları birbirlerinin saçlarına güzel yağlar sürüp örüyorlar, Aisha’nın hep istediği pijama partisi bu ve bir kâseden tatlı meyveler yiyorlar; guava, cennet elması ve nar. Teyzesi Aisha’ya desenli Hint kınası yakıyor; Aisha teyzeler ve yeğenler arasında paylaşılan bu sihirle kutsandığını hissediyor. Sadece kınanın iyi tutması için yeterli şeker ve limon olmasını diliyor.
Hayatında bu sihre hep ihtiyacı olacak çünkü. Teyzesi’nin, ellerini avcunun içinde tutup ve beraber dans ederlerken onu dengede tutmak için uğraşmasını hatırlamaya ihtiyacı olacak; geriye ve aşağıya, İngiltere’de bir sınıfa doğru giden bir çizgi boyunca, gri çocuk parklarına ve daha da gri gökyüzüne doğru. Bir öğretmenin öğrencilere en sevdikleri ağacı çizmelerini söyleyen sesi, Aisha’nın mutluluktan titreyen elleriyle ve alabildiğine özgürce lila rengi boyaya uzanması, boyayı neşeyle kavraması ve büyüdükçe büyüyen sipagettiye benzeyen kıvrımların sayfanın ortasında tomurcuklanmaları. Eseriyle gurur duyması, ileride olacağı kişiyle gurur duyması. Ve bir anda hızlı, pırıl pırıl ve standart İngiliz aksanıyla konuşan öğretmenin sesi: “Hayır, Ayesha, gerçek bir şey çiz, hayali değil.”