“Yüce Rabbim, herkesin mesleğini kalbine yazmış. Daha insan, çok afedersin anasından doğarken… Kaderin ötesi yok. Ne diyorum? Daha doğarken. Selma, çay oldu mu?”
Böyle diyordu Selma’nın babası. Babası, darbukacı; Uçurtma Recep derler. Çünkü darbukada tırrr çekerken bir uçurtma gibi salınırdı parmakları.
“Bakma, şimdi parmağım koptu diye işe çağırmıyorlar. Bir parmak yahu! Kuyruğu kopan uçurtma uçamıyor mu? Bile isteye kesip atmadım ya ben bunu! Kaza, odun kırarken bir balta gelmeklen… Allah’ın gücüne gitmesin, hani diyorum keşke ayak parmağım kopsaydı. Ben piyade askeri miyim? Ayak parmağını ne yapayım? Gerçi, yine Allahıma bin şükür, biri gittiyse dokuzu yerinde duruyor. Hem darbuka çalmak sırf parmakla mı? Hollo çalarak başladım ben bu işe. Tokat, na böyle…”
İşaret parmağı kesik sağ elinin ortasını çukurlaştırarak darbuka niyetine havayı tokatladı Uçurtma Recep.
Tahir, hani inşallah, “Bir iş için geldim,” demişti girerken. Acaba Uçurtma Recep’e, sen de gel bizle çal mı diyecekti? Tahir, lafın gittiği yeri anlamış, “Haklısın abi, en önemlisi kalıp,” dedi. “Bizim darbukacıyı bilirsin: Sihirli. Adı Alaaddin diye ‘Sihirli’ diyoruz ya, hakikatten sihirli gibi parmakları.”
Uçurtma Recep’in tadı kaçmıştı. “İyidir Alaaddin,” dedi. Dünkü çocukla yenişmeye çalışıyor dedirtemezdi. “Ama mesleğine iştahı az. Misal; bana derlerdi ki gençliğimde, ‘Uçurtma, sen holloyu getir, yeter.’ Olur mu yeter? Ben zilleri, darbukayı, defi… Hepsini götürürdüm. Şarkıya göre zil mi lazım, def mi lazım, çıkarır çalardım; şekil! Bir Allahın kulu da bir günden bir güne, ‘Uçurtma Recep kalıp kaçırdı?’ diyemez. Aha Kibariye, aha Ayhan Aşan, aha rahmetli Adnan Şenses’in mezarı. Hepsinin yüzü orda, git sor. Öyle soliste okutmak, hiç kusura bakma, her baba yiğidin harcı değil. İnsan,” Uçurtma Recep lafın burasında yeni doğan bir bebek gibi gözlerini açarak, “çok afedersin, daha anasından doğarken, yüce Rabbim herkesin mesleğini kalbine yazıyor.”
Böyle diyordu Uçurtma, ‘anasından doğarken’ derken ‘çok afedersin’ demeyi, hele ki karısının kızının yanında komşusu da olsa yabancı bir adam varken, ihmal edemezdi. ‘Doğarken’ derken gözünün önünde bir doğum sahnesi canlanırdı zira. Misal ‘kocaman’ derken de gözünün önünde beliren büyükçe bir malafat ise, yine ‘çok afedersin’i ekleyiverirdi lafa.
“Recep, on liran var mı? Kasabı çağırayım,” böyle diyordu Selma’nın annesi.
“Dur be kadın, para para…” böyle diyordu babası.
“Çayını tazeliyim Tahir Abi,” böyle diyordu Selma.
“Şimdi Uçurtma Abi, ben buraya niye geldim? Bizle sahneye çıkan kızlardan biri işten ayrıldı.”
Selma biliyordu mevzuyu. Recep’in karısı dansözü kıskanmış da, “Bir daha da bu karıyı oynatırsan seni eve sokmam,” demiş Recep’e.
“Diyorum ki Uçurtma Abi, Selma gelse bizimle?”
“Valla bilemedim Tahir, artık pek göndermiyorum biliyorsun.”
“Temiz iş, bir otelde eczacıların yemekli toplantısı varmış. Orkestra da hep tanıdık; Sihirli, Kene İrfan geliyor klarnetçi, Baca Rıza var keman, ben. Dans için de Emel, izin verirsen bir de Selma, Rıza’nın arabasıyla gidip gelicez kontlar gibi. E daha ne?”
“Ne veriyorlar yevmiye?”
“Altı yüz, kafa başı yüz lira düşüyor.”
“Az be oğlum.”
“Uçurtma Abi, bak ben solistim, ben ne alıyorsam Selma da onu alacak. E bunun bahşişi var daha, maksat çorbamız kaynasın Allah’ın izniyle.”
Recep, ne dersin gibisine Selma’ya baktı; sen bilirsin manasına omuz silkti Selma… Bahşişler de varmış! Sanki bütün bahşiş ona kalıyordu da. Oynarken müşteriler sutyenine, eteğine ne taktıysa, gece sonunda çıkarıp masaya koyuyordu Selma. Sonra o para, orkestraya bölüştürülecek. Sutyeninin içine ne gizleyebildiyse o yanına kar.
“Ee, ne diyorsun Uçurtma abi?”
“İstiyorsa gelsin. Kendi bilir.”
“Eyvallah, Selma, yarın üçte durakta ol.”
Selma’nın annesi, mutfaktan başını uzatıp:
“Recep on liran var mı? Kasabı çağırayım.”
“Dur be kadın, para para…”
Tahir kalkarken,
“Otur be Tahir, yengen elinin artığı iki lokma bir şey hazırlasın, beraber yeriz.”
“Yok abi, gideyim. Sihirli’yi topliyim. Haftaya çok afedersin damat oluyor ya, evlenince karı içirmez diye akşam sabah içiyor. Adı Alaaddin diye sihirli diyoruz ya, adamın kafası uçan halıya binmiş geziyor.”
Ertesi gün, Aksak Roman Orkestrası ve iki dansözü Selma ile Emel, ellerinde sahne kıyafetleri, enstrümanlarıyla otel lobisinde beklerken, görevlilerden biri geldi:
“Siz spa’ya inin.”
Orkestra üyeleri şaşkınca birbirine baktı:
“Spa?”
“Sauna gibi bir şey,” dedi Tahir, “masaj.”
Sihirli neşeyle:
“Masaj? Patron gibi ağırlanıyoruz. Helal sana Tahir abi!”
Görevlinin ardından eksi ikinci kata indiler. Görevli spa odasının kapısını açtı:
“Burası şimdilik boş, kulis olarak kullansınlar dedi müdür.”
İçeri girmeleriyle birlikte yüzlerine bir buhar vurdu.
“Burda mı giyinip soyunucaz?”
“Astımım var, ben duramam burda,” dedi Baca Rıza, gömleğinin üst düğmesini açarken.
“Bir de masaj diyordun Tahir Abi, attılar bizi kazan dairesi gibi bir yere…”
Tahir odadan çıktı. Geri döndüğünde Rıza ağzına astım tüpünü sıkıyordu.
“Kimse yok dışarda ki söyliyim. O çekik gözlü kızlar var, buranın işçileri. Filipinli mi Koreli mi… Onlar da konuştuğumu anlamıyor.”
Baca Rıza benek benek kızarmış yüzüyle:
“Ben duramam burda,” derken yere yığıldı.
***
Selma ve Emel, dansöz kıyafetlerini otelin tuvaletinde giyinmiş, üzerlerine birer şal atmış otel koridorunda yürürken şef garson ters ters baktı.
“Siz bu kattaki tuvaleti kullanmıyorsunuz.”
Başıyla onayladı Selma. Otelde ulu orta gezinmeleri, yemeği otel restoranında yemeleri, müşterilerle aynı tuvaleti kullanmaları yasaktı.
Selma sinirle yürürken Emel’e:
“Müşterileri altın sıçıyor çünkü! Ulan senin yevmiyen benim bahşişimden az. Ben kıçımı o yandan o yana sallarım, senin bütün gece kıçını yırtsan alamayacağın parayı takarlar.”
“Bizi en azından alkışlıyorlar,” dedi Emel. “Sayıp da videomuzu çekip internete bile yüklüyorlar. Bunların suratına sıçan yok.”
Otelin toplantı odası, spa odasındaki krizin üzerine Aksak Roman Orkestrası’na ayrılmıştı. Selma ve Emel içeri girdiğinde orkestra üyeleri de simli yelek, papyon ve keten pantolondan oluşan kıyafetlerini giymiş; spa’da fenalaşan Baca Rıza, bacaklarını masanın üzerine uzatıp üst üste atmıştı.
“Baca abi, holding yönetecek adamsın kuran çarpsın,” dedi Selma.
Sihirli Alaaddin, sinirden kabarmış boyun damarlarıyla telefonda konuşuyordu:
“Kızım davetiyeleri dağıttık, alo…”
Sihirli, telefonu öfkeyle masaya fırlattı.
“Babanın evinde savarovski taşlı telefon mu gördün de benim sana aldığım telefonu yüzüme kapatıyorsun?”
“Hayırdır Sihirli?”
“Kaynanam, nişanı attı.”
“Haydaaa!”
“Ben düğün için orkestrayı Kumkapı’dan ayarlamışım. Bunlar Sulukule müzisyenine alışıkmış, Kumkapı klarnetçisine oynayamazmış. Bunun için nişan atılır mı abi?”
Klarnetci Kene bozuldu:
“Benim yüzümden mi attılar nişanı? Kusura bakma da Sihirli, senin kaynanan müzikten anlamıyor.”
“Abi bırak, bir nişanı kaynana mı atar? Gelin atar. Açmış bir de, annem nişanı attı diyor. Ulan dışı Savarovski taşlı telefon bile aldım ona. Yüzüme kapatsın diye mi?”
Sihirli bir sigara yaktı:
“Evin içini de bir yaptırdım ki…”
“Biz sana dedik o kadar masraf etme diye.”
“Babaeski’de köyde, adam evlenecek, barakayı normal ev haline getiriyor. Ben İstanbul gibi bir yerde, 30 senelik klozete yeni gelin oturtucam, mantık alıyor mu?”
Sigarasından bir nefes daha çekti:
“Tahir Abi, şu garsonlardan bir tek rakı istesene be…”
“Verirler mi oğlum?”
“Bu saat oldu yemeği bile getirmediler,” dedi Selma.
“İki tek atmadan öldür allah çalmam bugün. Kendileri bilir. Gidiyorum ben. Zaten tepem atmış!”
Tahir:
“Otur ulan otur, tamam, halledicem.”
On dakika sonra, Tahir elinde siyah bir poşetle geri döndü. Gazete kâğıdına sarılı rakı şişesini çıkardı.
“Abi bunlar suyu bile kafa başına sayıyla veriyor, rakıya nasıl ikna ettin?”
“Ne iknası be Selma, büfeden alıp geldim. Bahşişlerden düşeriz.”
“O zaman Emel’le biz duble içeriz,” dedi Selma, “eh, bahşişleri biz topluyoruz.”
Tahir, poşetten plastik bardakları çıkarırken kapının kulpu indi. Tahir rakıyı darbuka kılıfının altına gizledi. Garson elinde poşetle girdi.
“Yemekler. Müdür dedi ki burda yesinler, restorana geçmesinler.”
Garson elindeki poşeti masaya bırakırken, Tahir:
“Çok selamlar müdür beye.”
Garson çıktı, Baca poşeti açtı:
“Bir daha da bu otele gelmem ben. Bu ne yahu! Peynir ekmek getirmişler.”
Tahir:
“Oğlum, adamlar bizi düşünmüş, rakının yanına peynir getirmiş daha ne istiyorsun?”
Tahir, şişeye sarılı gazete kağıdını açıp masaya serdi. Sandviçlerin içinden peynir ve biberleri alıp gazeteye yaydı. Rakıyı, plastik bardaklara koydu, üstlerine su ekledi:
“Hadi, Sihirli Alaaddin’in şerefine!”
“Abi çok afedersin, na bu kadar taşı vardı telefonun. Babasının evinde mi görmüş de suratıma kapatıyor?”
***
Otelin yemek salonu dolmuş, garsonlar servise başlamış, orkestra sahnede ilk şarkısını bitiriyordu. İkinci şarkının girişinde, Tahir:
“Aksak Roman Orkestrası olarak hepinize iyi akşamlar diliyoruz, şimdi huzurlarınızda mahallemizin en güzel kızları!”
Sihirli Alaaddin, sihirli parmaklarıyla ağır roman havası çalmaya başladı: Rum ka ruka ta ıta dum ka rum rum ruka tatıtıta dum ta! Ardından orkestra yavaştan şarkıya girdi. Yemek salonunun iki ucundan, Selma ve Emel, aksak adımlarla dans ederek girdi. Salonu dolduran eczacılardan bir alkış… Öyle, bir yere yetişir gibi oynamazdı Selma. Birileri ona para takacakmış gibi değil de sanki o izleyenlerin gözüne bahşiş niyetine oynardı. Ağır, canı isterse gider, istemezse gitmez adımlarla. Pazarlık eder gibi dans ederdi. Öyle müşterilerin içip içip ben de çok güzel oynarım havalarına kendini ortaya atıp savaşa gider gibi oynamasına benzemezdi Selma’nınki. Nasıl, babası bir günden bir güne kalıp kaçırmamışsa, Selma da kalçasını savururken tek bir düm, bedenini titreterek yürürken tek bir tırrrr kaçırmamıştı.
Selma ve Emel, sahnenin ortasına gelip karşılıklı dans etmeye başladılar. Bakarak adımlarını öğrenmeye çalışan kadınlara sır vermez çeviklikte, acelesiz ama tempolu bir ritme geçtiler. Masa aralarında dolaşarak oynamaya başladılar. Yanlarına yaklaştıkları masanın kalantorunu gözlerine kestirip bilhassa onun önünde oynuyorlardı. Kalantor, artık masaya kaç liralık hava atması gerekiyorsa, eteğe yirmilik, sutyene ellilik… Selma ve Emel’in göğsünden, eteğinin belinden, takılan paralar sarkıyordu. Selma susamıştı. Sahnedeyken garsonlarla konuşamazlardı. Selma, masada coşkuyla el çırpan kadınlardan birini elinden tutup piste çıkardı. Onun ardından masalarda oturan başka kadın müşteriler de cesaret bulup oynamaya başladı. Dikkatler dağılmıştı, kalantorlar mecburen dansözden çok, oynayan karılarına bakıyordu. Selma, dans ederek garsonun yanına gitti, “bir su versene bana” dedi. Garson, “yasak” dedi, “yevmiyemden keserler.” Selma bir yandan oynarken, “Bir su be… Tamam, ben ödücem.” “Adisyonun var mı da? Benden keserler, bir su beş lira, o paraya bir saat taban tepiyorum ben burda.”
Mikrofondan, Tahir’in uyaran sesi duyuldu:
"Evet mahallemizin en güzel kızlarına bir alkış!"
Selma en öndeki masanın yanında dans etmeye başladı. Masa başında oturan patron kılıklı, yüz lira taktı Selma’ya. Selma adama doğru eğilip omuzlarını titretirken, köşedeki garsonun gözünün içine baktı. Patron kılıklının önündeki dolu su bardağını aldı. Garson ona doğru kızgın adımlarla ilerlerken, Selma bardağı başının üstüne yerleştirdi. Garson durdu. Selma başında bardakla dans etmeye başladı, ufak adımlarla bir o yana bu yana ilerliyor, boynundan yukarsını felçliymişçesine sabit tutarak, kalçasını savuruyor, omuzlarını titretiyor; müşteriler oynamayı bırakmış, Selma’nın başında bardakla dans edişini izliyordu. Salondakiler, acaba bardağı düşürecek mi diye bakarken; Sihirli Alaaddin, bir uzun tırrr çekti, Selma bardaktan bir damla su sıçratmadan boynundan aşağısını bir uzun titretti. Bütün salon onu alkışlarken, Selma garsonun gözünün içine baktı. Başının üzerindeki bardağı alıp salonu selamlarcasına suyu içti.